• Osmanlı Devlet Teşkilâtı

Osmanlı Devlet Teşkilâtı
 
1- Merkez Teşkilâtı 
2- Eyâlet Teşkilâtı olmak üzere ikiye ayrılırdı.
 
1-  Merkez Teşkilâtı
 
Merkeziyetçi idareye sahip Osmanlı Devleti’nin başı, Padişah, (Sultân, Hünkâr, Hân,  Hakan) denilen hükümdardı. Padişah, bütün ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanlı Hanedanı’nın temsilcisiydi. Osmanlı padişahları Sultân I. Selim Hân (Yavuz Sultân Selim) (1512-1520) zamanında, 1516 tarihinden itibaren Halife sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanlar’ın da liderleri oldular. Padişah, ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlar’ın temsilcisi olmasına rağmen; yetkileri, vazifeleri kanunnâmedeki şer’i, örfî hukuka göreydi. Vazife ve yetkileri, Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nda müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. 
 
Padişahlar: 
 
1447’den 1771’e kadar Dünya’nın en kudretli hükümdarları ve 1517’den 1683’e kadar gerçek bir Cihan Hükümdarı olan padişahların taşıdığı sıfatlar şunlardır;
 
1-  Türkler’in büyük hükümdarı olarak Hakan’dır.
2-  İslâm dünyasının lideri ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in meşru halefi olarak Halife’dir.
3-  Doğu Roma İmparatoru olarak Kayser’dir.
4-  Mısır hükümdarı olarak Sultân’dır.
 
Padişahların diğer ünvanları: 
Şah, Hüdâvendigâr, Zat-ı şahane…
 
Halk daha çok “padişah”, Avrupalılar “Büyük Türk” veya “Sultân”, Saray mensupları “hünkâr” derlerdi. Resmi lakâbları “şevketlü, azametli, celadetli (yiğit, bahadır)” idi. Kendisine hitaben en kısa şekilde “zat-ı şahaneleri”, “zat-ı hümayûnları” derdi. Hitap eden halktan veya samimiyetine girmiş biri ise “padişahım” veya “hünkârım”, yalnız annesi valide sultân “arslanım” derdi.
 
Şevketlü, yalnız Osmanlı Padişahına mahsus resmî bir lakap olup, başka hiçbir hükümdar için kullanılamazdı.
 
Padişah gerek hakan, gerek halife sıfatlarıyla sayılamayacak kadar çok hükümdarın tâbî olduğu kişiydi. Bu hükümdarların çoğuna da Padişaha tâbî olmayı Osmanlı devleti kabul ettirmiş değildi, kendiliğinden padişaha tâbî olmuşlardı. Ancak padişahın şahsına tâbî hükümdarlarla (ki bazı büyük hükümdarlardır) doğrudan doğruya devlete veya Osmanlı hükümetine tâbî hükümdarların ayrıldığı görüldü. 
 
Hatta beylerbeyi denen Osmanlı eyâlet valilerine, hatta sancak beyi denen il valilerine tâbî hükümdarcıklar ve küçük hanedanlarda mevcuttu. Bu hükümdarların hepsi Müslüman değildi. Hristiyan olmayıp, putperest, Budist, Brahman olanları da oldukça çoktu.
 
Osmanlı devletini muvaffak kılan bir diğer husus, Osmanlı toplumunun, padişaha candan, tavizsiz, samimi bağlılığı ve itaatiydi. Padişah, bayrak gibi kutsaldı. Gene bayrak gibi devleti temsil ederdi. Bayrak devletin cansız ve kumaştan, padişah ise canlı sembolleriydi. Padişah öldürülebilir, ama ona hakaret edilemezdi. Her şey padişahındı, her şey onun adına yapılırdı. Gerçekte burada padişahın adı, devlet yerine kullanılırdı. Devlet bir mefhum, padişah yaşayan bir kişi olduğu için bu şekilde sembolleştirildi. Padişah devleti kılıç kudretiyle kuran ve imparatorluk haline getiren atalarından mülkü devralan kişiydi. 
 
Padişah, Allah öyle istediği için tahta otururdu. İradesini doğrudan doğruya Allah’dan alırdı ve Allah’a karşı mesuldü. 
 
Ancak bu tablo görünen hukuk bakımından böyleydi. Tatbikatta, padişahın sıkı kayıtlarla bağlı olduğu görülürdü.  Onun otoritesinin bir Hitler’in, bir Stalin’in yanında acınacak kadar mütevâzı kaldığını ise kesin bir şekilde söylemek mümkündü.
 
Valide Sultân:
 
Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkâr davranmaları, padişah validelerinin saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırdı. Bunda muhakkak ki, İslâmîyet’in ana hakkı konusundaki etkili prensiplerinin büyük rolü oldu. 
 
“Cennet anaların ayağı altındadır.” “Ana babaya iyilik etmek, nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir.” “Allahû Teâla’nın rızası ana ve babanın rızasındadır.” Hadîs-i şerifleri ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir.
 
Nitekim Fatih Sultân Mehmed kendisini yetiştiren ve Hristiyanlık dîninde kalmaya devam eden üvey annesi Mara’ya geniş bağışlarda ve temliklerde (mülk olarak verme) bulundu. Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etti. 
 
Kanunî Sultân Süleyman, annesi Hafsa Sultân’ı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultân’ın Manisa’da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır. 
 
III. Murad, validesi Nurbanu Sultân’ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Cami’ne kadar geldi, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek sadakalar dağıttırdı. 
 
III. Mehmed Han da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi.
 
IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultân’a, III. Selim Han’ın da Mihrişah Sultân’a karşı hürmet ve tazimleri pek fazlaydı. 
 
Bunun neticesi olarak valide sultânların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da arttı. Bu durum bazı valide sultânların, devlet işlerine karışmasına da yol açtı. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların daha çok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. 
 
DİVAN:
 
Osmanlı’da her türlü devlet işleri Divan’da görüşülürdü. Divan ilk olarak Orhan Gazi döneminde kuruldu. Fatih Sultân Mehmed dönemine kadar, divan toplantılarının başkanlığını padişahlar yaptı. Bu devirden sonra toplantılara veziriazam başkanlık etmeye başladı. 
 
Divanda alınan kararlar padişah onayı ile geçerli olurdu. Divan toplantısı genelde sabah namazından sonra yapılırdı. Divan üyeleri saray içinde bir odada toplanır ve karar alırlardı. Divan bugünkü kararlar niteliğindeydi. Divan’ın görevleri şöyle sıralanabilir;
 
a.  Yasalar hazırlamak. Üst davalara bakmak.
b.  Yüksek devlet memurlarını atamak ya da görevden almak.
c.  Fethedilen yerlerin yazımını yapmak.
d.  Para basılmasına karar vermek. 
e.  Ödeme için hazineden para çıkarılmasını sağlamak. 
f.  Vergilerin düzenli toplanmasını sağlamak.
 
Divan Üyeleri kimlerden teşekkül ederdi;
 
Veziriazam: Padişah katılmadığı zaman toplantıya başkanlık ederdi. Padişahtan sonra en önemli devlet adamıydı. Padişahın mührünü taşıma hakkına sahipti. Padişah ordunun başında sefere çıkmadığı zaman Serdar-ı Ekrem (Başkomutan) ünvanıyla sefere çıkardı. Veziriazama Kanunî döneminden sonra Sadrazam denmeye başlandı.
 
Vezirler: 
Her türlü işlerinde sadrazama yardımcı olan kişilerdi. 
 
Kazasker: 
Büyük davalara bakar, aynı zamanda kadıların ve müderrislerin (medrese öğretmeni) atanması ya da görevden alınmasına karar verirdi.
 
Defterdar: 
Devletin her türlü malî işlerine bakar, gelir ve gider hesaplarını tutardı.
 
Nişancı: 
Padişahın mührünü taşırdı. Padişah emirlerinin altına bu mührü basardı. Ayrıca fethedilen yerlerin kayıtlarını tutardı.
 
Kaptanı Derya: 
Divana her zaman katılmayıp, ihtiyaç duyulduğunda çağrılırdı. Donanma ve denizler konusunda görüş sorulurdu.
 
Şeyhülislam: 
 
Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfının başı olan en yüksek dîn görevlisine verilen ünvandı. Şeyhülislâm ünvanı, İslâm ülkelerinde fıkıh bilginlerine verilen bir unvandı. Osmanlı Devleti’nden sonra İstanbul Müftüsü’ne verilmeye başlanmasıyla resmî bir anlam kazandı. Şeyhülislâm, devletin en yüksek dînsel görevlisiydi. Saltanat vekili olan sadrazamla eş tutulurdu. Yeni padişahlara kılıç kuşatma törenleri ve cenaze namazları en önemli görevleri arasındaydı.Yapılan işlerin İslâm dînine uygun olup olmadığı konusunda görüş belirtirdi.
 
Divân-ı Hümayun ve Sadrazam padişahın en büyük yardımcılarıydı. Divân-ı Hümayun günümüzdeki Bakanlar Kurulu, Sadrazam da günümüzdeki Başbakan mahiyetindeydi. Divân-ı Hümayun’da devletin birinci derecede önemli mülkî, idarî, şer’i, malî, siyasî, askerî meseleleri görüşülüp, karara bağlanırdı. 
 
Divân-ı Hümayun; 
 
Padişah adına Sadrazam, 
Kubbe vezirleri, Kadı askerler, 
Nişancı ve Defterdarlardan meydana gelirdi. 
 
XIX. Yüzyılda Osmanlı kabinesi; 
 
Sadrazam (Başbakan), 
Sadaret Kethüdâhgi (İçişleri Bakanlığı), 
Reisülküttaplık (Dışişleri Bakanlığı), 
Defterdarlık (Mâliye Bakanlığı), 
Çavuş Başılık (Adalet Bakanlığı), 
Yeniçeri Ağalığı-1826’da Seraskerlik (Millî Savunma Bakanlığı), 
Kaptan-ı Deryalık (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı) makamı sahiplerinden meydana gelirdi. 
 
SARAY TEŞKİLATI
 
Saray hem padişahın konağı hem de devletin yönetildiği çok işlevli bir merkezdi. Osmanlı Padişahları İstanbul’un fethine kadar Edirne Sarayı’nda kalmışlardı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultân Mehmed tarafından Topkapı Sarayı yaptırılmaya başlandı. Daha sonra aşama aşama diğer padişahlar tarafından büyütüldü. O dönemdeki başka ülkelerin sarayları ile karşılaştırılınca, Topkapı Sarayı fazlasıyla sade ve gösterişsizdi. 
 
Osmanlı’nın son dönemlerinde Topkapı Sarayı önemini kaybetti ve yeni yaptırılan Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız, Beylerbeyi gibi saraylar önem kazandılar.
 
Saraylarda Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç ana bölüm bulunurdu.
 
1-  Birun:
Dış saray olarak da bilinirdi. Sarayın çalışanlarının bulunduğu bölümdü. Yeniçeriler, doktorlar, terziler, bekçiler bu görevlilerden bazılarıydı. Bu kişiler çalışma saatleri bitince sarayın dışında bulunan evlerine dönerlerdi.
 
2- Enderun: 
 
Enderun, bir şeyin iç kısmı, iç yüzü, dâhili, harem dairesi gibi anlamlara gelmekte olup Enderun Mektebi ise Osmanlı Devleti’nde mülkî, idarî, diplomatik ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerdi. Bu bağlamda Enderun Mektebi, dünyanın ilk “kamu yönetimi okulu” olarak da nitelendirilebilir. 
 
Osmanlı’yı cihan devleti yapan kurumların en başında bu Enderun Mektebi gelir ki, Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişirdi. Osmanlı’nın gittiği her yere adalet götürmesine hayran olan Batı, “Bu çocukları Enderun’da okutun, sizin gibi adaleti öğrensinler” diyerek çocuklarını getirip Osmanlı’ya teslim ederdi.
 
Bu okuldaki öğrenciler, üstün zekâlılara ve çeşitli yeteneklere yönelik programlarla ve testlerle, ortalama 15 yıllık bir eğitimden geçirildikten sonra bu öğrencilerden devletin ihtiyaç duyduğu üst düzey idarî, bürokratik ve askerî personelin yetişmesi sağlandı.
 
3- Harem: 
 
Osmanlı sarayında, padişahın annesinin nezaretinde, sarayın hanımlarının, çocuklarının ve hizmetçilerinin kaldığı bölümdü. 
 
Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında da ama daha ayrıntılı ve teşkilâtlı bir hâle geldi. 
 
Osmanlı’da padişah haremine “Harem-i Hümayun” adı verildi. Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak, padişahların oturduğu saraylar da büyüdü. Bursa’daki mütevazı Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapıldı. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bayezid’de üniversitenin bulunduğu sahada bir saray yaptırıldı.
 
Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı imar edildi. Fetihten sonra harem, III. Murad’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayı’ndaydı. 
 
Saraylarda padişahların yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gayet itinalı bir şekilde inşa, tezyin ve tefriş edilirdi. İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bazı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabilirdi.
 
Haremin ikinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu. Buraya padişaha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. Bu yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibaret kalmıştır. 
 
Topkapı Sarayı’nda Harem-i Hümayun’un giriş kapısı, etrafı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardı.
 
Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlardı. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlar ağası köşkü buradaydı. İkinci bölümde ise harem ağalarına mahsus daireler, şehzâdeler mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazinedar ağa daireleri yer alırdı. Haremağaları dairesi birçok oda ve koğuştan meydana gelirdi. 
 
Şehzâdeler mektebinde padişahın çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dairelerine giderek özel ders verirlerdi. 
 
Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhane kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altın yol denilirdi. Burası Hırka-i Saadet dairesine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultân taşlığına açılırdı. Solda cariyeler dairesine ait olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. 
 
Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümayun ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi. Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i Hümayun’un bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, valide sultân dairesi, asma bahçe ve daha birkaç tane padişah odası yer alırdı. Harem-i Hümayun’da ayrıca birkaç tane de mescit vardı. 
 
Harem-i Hümayun’da padişah, padişah zevceleri, çocukları, hanedan üyelerinden bazı akrabaları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı. 
 
Osmanlı hareminin en yüksek makamı Valide Sultânlık’tı. Dolayısıyla haremin fahrî başı padişahın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş daire de valide sultânınkiydi. Valide sultânın geniş bir cariye (hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vâsıtasıyla idare ederdi. Bütün kadınlar, sultânlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. 
 
Haremde valide sultândan sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı padişahlarının hanımlarına “kadın, kadın efendi” denilirdi. Padişahın ilk hanımına “başkadın” denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dairesinde hizmet eden cariyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Padişahın hanımlarına 16. Yüzyıl’dan itibaren “haseki” de denilmeye başlandı.
 
Başlangıcından itibaren padişahların evlilikleri özellik gösterir. 
 
İlk Osmanlı padişahları, 16. Yüzyıl başlarına kadar, etrafındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatoru’nun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlarıyla evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabalık yoluyla kuvvetlenmek veya miras yoluyla toprak elde etmek gibi siyasî amaçlıydı.
 
Nitekim Germiyanoğulları’ndan Yıldırım Bayezid Han’a gelin gelen Devlet Hatun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verildi. Yıldırım’ın ve II. Murad’ın Sırp prensesi olan eşleri ünlüydü. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyasetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri oldu. Hatta Fatih Sultân Mehmed Han, validem diye hitap ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlar’daki siyasî meselelerde çok faydalandı. 
 
Bununla beraber 16. Yüzyıl ortalarına kadar padişahların bu hanımları yanında cariyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kanunî’den itibaren etrafta padişahların evleneceği hükümdar ve krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bazı istisnaları dışında artık daimî olarak cariyelerle evlenme usulü devam etti. 
 
İslâm hukukuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki sınır, cariyelerle evlilikte konulmadı. Buna rağmen padişahların cariyelerle evliliği de hep belli sayıdaydı. Söylendiği gibi padişahların onlarca cariye ile evlilik yaptığı doğru değildi. Hatta 16. Yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen padişahların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez. 
 
Bunlardan başka padişahlar, tanınmış ve asil bir ailenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bazı mahsurlarından dolayı bu tarz evlilikleri tercih etmediler. Çünkü; padişahın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabasının bulunmasının bazı sakıncaları vardı. 
 
Zamanla ana tarafından akrabalar saraya dolacaklar, şahsî ve siyasî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları yerine getirilmeyenler, padişah ile akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, neticede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti. 
 
Padişahların haremdeki diğer aile fertleri şunlardı: 
 
Harem Ağaları: 
 
Bilindiği üzere Osmanlı’da devlet yönetiminde ve haremde görev alan ağalar vardı.  Onlar köle tüccarlarının eline geçtiklerinde hadım edilen, bu şekilde dünyaları karartılan çocuklardı. İslâmiyet, insanları hadım etmeyi yasak ettiğinden, genellikle Habeşistan ve Orta Afrika’da daha çocuk yaşta iken çeşitli yollarla esir tüccarlarından alınırlardı. Bu çocuklar, esir tüccarlarının elinde insanlık dışı bir muamele görürlerdi. 
 
Osmanlı onları alıp, cihan devletinin sarayına getirdi ve Ağalar Ocağı’nda tam bir görev adamı olarak yetiştirdi. Padişaha en yakın, seçkin ve yüksek mevkide görevlere tayin etti; her birini topluma kazandırdı. Kültürlü, saray ve devlet adabı bilen birer insan olarak yaşamalarını sağladı. İşte Osmanlı, bütün insanlığa hayran bıraktıracak sosyal bir çalışmayı bu şekilde ortaya koydu.  
 
İncitilen ve acımasızca muamele gören bu hadım edilmiş çocuklar-gençler, Osmanlı’nın onları alıp yetiştirmesi ile bir büyük imparatorluğun emin ve yetkin üyeleri oldular. Bazıları idarecilik, bazıları illerde valilik yaptılar. Bazıları kumandan oldu. 
 
Seferlere katılarak orduları, donanmaları sevk ve idare ettiler. Osmanlı sarayına gelenler ise ağa namıyla anıldılar. Haremin asırlarca bir sır olarak kalmasını sağlayanlar onlardı... Bunlara Türkçe öğretilir; daha ziyade çiçek isimli adlar verilirdi. Sarayın ve haremin adabı hem nazarî hem de amelî olarak öğretilirdi. Tıpkı Enderun okulunda olduğu gibi, ağalar ocağında da, hadımların sıkı bir disiplin içinde yetiştirilmelerine çok dikkat edilirdi.
 
Sultânlar: 
Osmanlı’nın ilk devirlerinde, padişah kızlarına Selçuklular’da olduğu gibi, “hâtun” denildi. Fatih devrinden sonra sultân denildi. Osmanlı padişahları kızlarına daha çok Ayşe, Hatice, Fatma, Esma, Emine gibi isimler verdiler. Erkek evlâda sultân tabiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söylenirdi. Ayşe Sultân, Fatma Sultân gibi… Sultân tabiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlat anlaşılmaktaydı. 
 
Sultânlar, doğar doğmaz kendilerine bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultânlar okuma çağına gelince, derse merasimle başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere padişah da katılır ve “Besmeleyi” bizzat kendisi çektirirdi. Bundan sonra hususi hocalar tarafından okutulurlardı. Sultânların Kur’ân-ı Kerim’i doğru okumaları hususunda titizlikle durulurdu. Sultânlara Kur’ân-ı Kerim’den sonra gerekli dîn ve dünya bilgileri de öğretilirdi. 
 
Şehzâdeler:
Osmanlı hanedanının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tayin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra hususi hocalar okuturdu. 
  
Osmanlı fetih geleneğinin en önemli özelliklerinden biri, fethedilen yerlere hukuku temsilen bir Kadı’nın, idareyi temsilen bir beyin (Subaşı’nın) tayin edilmesiydi. Orhan Gazi, I. Murad ve Yıldırım Bayezid zamanlarında gerçekleştirilen fetih hareketleri ile devletin sınırları bir hayli genişlediği gibi, teşkilâtlanma da o ölçüde hızlandı. 
 
Zamanla sınırları genişleyip büyüyen Osmanlı Devleti’nin merkezden idare edilmesi zorlaşmaya başladı. Bu güçlüğü gidermek ve halkının ihtiyaçlarına cevap verebilmek için, yabancıların hâlâ hayran oldukları ve adına “Osmanlı Düzeni” dedikleri devlet nizamı geliştirildi. İşte bu nizam sayesinde Osmanlı, altı asırdan daha fazla bir süre idarede kalmayı başardı.
 
Osmanlı Devleti’nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeylik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tâbî tutuldu. Reaya denilen köy halkı da “dirlik”, “vakıf” ve “mülk” reayası olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Köylerin birleşmesiyle kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden de eyâletler ortaya çıktı. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde eyâlet, vilayet, liva, kaza ve nahiye gibi tabirlerin, birbirlerinin yerine kullanıldığı da oldu. 
 
Nitekim Eyâlet-i Rûm (Sivas-Amasya) yerine “Nahiye-i Rûm” tabiri kullanıldığı gibi eyâlet tabiri de o zamanlar için pek açık ve belli bir anlamı ifade etmiyordu. XV. Yüzyıl ortalarında eyâlet kelimesi, beylerbeylikten ziyade, küçük mıntıkaları gösterirdi. İdarî teşkilâtta en fazla öneme sahip birimler, kaza ve sancaklardı. Kazalarda yönetici sınıf olarak kadı, alaybeyi ve subaşılar bulunurdu. 
 
Bunlardan kadılar, askerî olmayan şer’î ve hukukî hususlardan sorumlu oldukları gibi kazanın iaşesinin temini, belediye, adliye, devlet tarafından merkezden istenilen şeylerin temin ve tedariki ile de sorumluydular. Subaşılar, kazanın genel güvenliğini (asayişini) sağlamakla vazifeliydiler. Askerî meseleler de alaybeyinin yetkisindeydi. Beylerbeyine bağlı kazalarda ise inzibat ve askerî idare, tımar subaşına aitti. 
 
Osmanlı taşra teşkilâtı, uzun ve çeşitli aşamalardan geçtikten sonra XVI. Yüzyıl’da Rumeli, Anadolu, Arabistan ve Kuzey Afrika’da en gelişmiş şekline ulaştı. Osmanlı eyâlet idaresi, kendinden önceki Türk ve Müslüman devletlerine ait idarelerden birçok temel unsuru almış olmakla birlikte bu teşkilâtı hayli geliştirdi. Taşra teşkilâtı bakımından yönetici olarak dikkatleri çeken iki görevli bulunmaktaydı. Bunlar: Beylerbeyi ile Sancakbeyi isimlerini taşıyan kimselerdi. 
 
Donanma, Kaptan Paşa’nın emir ve komutasında olarak denize açıldığı zaman onu meydana getiren fırka ve filoların emir ve komutası beylerbeyleri ve sancakbeylerine aitti. Başlangıçta bu gibi komutanların başkaca adları yoktu. 
 
Sonraları fırka ve filo komutanlarına “patrona” (tümamiral) ve “piyale” (tuğamiral) denilmeye başlandı. Bu adlar da denizcilikte rütbe sırasına geçmiştir ki, bugün birincisine “Ferik” (tümgeneral), ikincisine “Liva” ( Tuğgeneral) denilmektedir. 
 
2-  Eyâlet Teşkilâtı
 
Devlet teşkilâtında en büyük idarî bölümdü. Eyâletler sancak, kaza ve nahiyelere bölündü. Eyâleti Beylerbeyi, sancağı Sancakbeyi idare ederdi. Eyâletlerin Merkez Teşkilâtı’na benzer idare tarzı vardı. Şehirler Kadı tarafından idare edilip, belediye hizmetlerini ve emniyetini sağlamakla Subaşı vazifeliydi.
 
Taşra Teşkilâtı:
 
Osmanlı toprakları zamanla genişleyerek pek çok bölgeye yayıldı. Dolayısıyla tek bir merkezden yönetilmesi zordu. Merkez dışında kalan yerler yani taşra farklı yönetim bölümlerine ayrıldı. Bu yönetim bölümleri büyükten küçüğe doğru şöyleydi. Eyâlet, sancak ve kaza.
 
1.  1.Eyâlet: 
 
Sancakların bir araya gelmesiyle oluşan idari birimdi. Başında beylerbeyi denilen yönetici bulunurdu. Hem Anadolu, hemde Rumeli’de ki sınırların genişlemesiyle I. Murad döneminde Anadolu Beylerbeyliği ve Rumeli Beylerbeyliği kuruldu. 
 
Beylerbeyi bulunduğu bölgede padişahın vekiliydi. Onun tarafından verilen emirleri ve kanunları uygulardı. Savaş zamanında ordusuyla padişaha katılırdı. Eyâletler ödedikleri vergiye göre ikiye ayrılırdı. Birde bunların dışında özerk yönetimine sahip olan beylikler vardı:
 
a.  Salyaneli (Yıllıklı) Eyâletler: Bu eyâletler yılda bir defa olmak üzere devlet hazinesine vergi öderlerdi. Bu vergiye salyane denirdi. Bu eyâletler şunlardı; Tunus, Cezayir, Yemen, Trablusgarp, Mısır.
 
b.  Salyanesiz (Yıllıksız) Eyâletler: Bu eyâletler yıllık vergi ödemezdi. Onun yerine uygulanan tımar sistemi ile askerlerin bakımını üstlenirlerdi. Bu eyâletler şunlardı: Anadolu, Rumeli, Erzurum, Musul, Bosna, Sivas, Bağdat, Karaman
 
c.  Bağlı Beylikler: Bu beyliklerin yöneticileri padişah tarafından kabul edilirdi. İç işlerinde serbestlerdi. Dış ilişkilerinde ise Osmanlı’ya bağlılardı. Bu beylikler şunlardı: Eflak, Erdel, Boğdan, Kırım, Hicaz. 
 
Bu beylikler savaş zamanı askerleriyle Osmanlı ordusuna katılırlardı.
 
1.  2.Sancak:
Kazaların birleşmesiyle oluşurdu. Başında sancakbeyi denilen yönetici bulunurdu. Tıpkı beylerbeyi gibi bulunduğu bölgede padişahın emirlerini uygulardı ve savaş zamanı askerleriyle orduya katılırdı. Sancakların güvenliğinden subaşılar sorumluydu, adalet işlerine sancak kadısı bakardı. 
 
Osmanlı şehzâdelerinin pek çoğu yönetimi öğrenmek için padişah olmadan önce sancakbeyliği yapmışlardı.
 
3 . Kaza:
 
Sancak içindeki kasabaların bir araya gelmesiyle elde edilen yerlerdi. Başında kadı bulunurdu. Kadıların görevleri şunlardı:
 
a.  Kazalardaki vergilerin toplanmasını ve güvenli şekilde başkente ulaşmasını sağlamak,
b.  Anlaşmazlıkları çözümlemek yani davalara bakmak,
c.  Evlenen kişilerin nikâhlarını kıymak,
d.  Şikâyeti ya da isteği olanları dinlemek. Gerekli gördüklerini divanda görüşülmek üzere göndermek,
e.  Başkentten gelen emirleri halka ilan etmek ve uygulanmasını sağlamak.
 
Taşradaki Devlet Görevlileri:
 
Muhtesip adı verilen kişiler esnafı denetlemekle görevli olan kimselerdi. Kapan eminleri, şehirlere gelen tarım ürünlerini kapan adı verilen büyük tartılarda tartan ve vergisini alan, eşit şekilde pazarlara dağıtan görevlilerdi. Beytülmal eminleri devlet mallarının korunmasından sorumlu kişilerdi. Gümrük ve vergi (baç) eminleri esnaftan vergi toplamakla sorumlu olan görevlilerdi.
 
Siyasî ve Hukukî İdare:
 
Osmanlı Devleti siyasî ve hukukî idare bakımından tam mânâsı ile bir İslâm devletiydi. Osmanlı hukuku içinde (Örfi Hukuk) adı verilen sistem İslâm hukukunun içinde bir mevzuydu. İslâm hukukunda açıkça belli olmayan hususlar, İslâm prensiplerine aykırı olmamak şartı ile Şeyhülislâmların fetvaları ve kanun, kanunnâmeler şeklinde düzenlenirdi. Yasama yetkisi padişahındı ve padişah adına yapılırdı. Medenî hukukta Hanefî Mezhebi’nin hukuk sistemi tatbik edilirdi. Ceza hukuku ve diğer sahalarda Sultânî hukuk da denilen örfî hukuk tatbik edilmekteydi.
 
Osmanlı hukuk düzeni içerisinde idare, mâliye, ceza ve benzeri konularla ilgili alanlarda padişahın emir ve fermanlarında bulunan değişik meseleler ile ilgili kanunnâmeler vardı. Osmanlı Devleti’nde ilk kanunnâme Fatih Sultân Mehmed Hân (1451-1481) tarafından çıkarıldı.
 
İkinci kanunnâme Sultân Süleyman Hân (1520-1566) Kanunnâmesi’ydi. Bu kanunnâmelerde saltanatla ilgili konular yanında reaya (karma) ve Müslüman halkın devlet düzeni içindeki davranışlarını belirleyen hükümler vardı. XVI. Yüzyıl’da bu konularda Zembilli Âli Efendi ve Ebussuud Efendi’nin şeyhülislâmlıkları zamanında kanunnâmeler ortaya kondu.
 
Dünya tarihini incelediğimiz zaman; büyük ve uzun ömürlü devletlerin üstün adaletle kaim olduğunu görürüz. Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklarda olduğunu ancak ömürlerinin kısa sürdüğünü de görürüz. Kendisine mahsus hususiyetleri, bilhassa kendi dışındaki dînlere tanıdığı çok geniş haklar, daha doğru bir ifade ile diğer dînlerin işlerine, ibadetlerine ve âdetlerine hiç karışmamakla özellik gösteren Türk adaleti çok yüksek meziyetlere sahip bir adaletti.
 
FATİH’İN İNSAN HAKLARI AHİDNÂMESİ
 
Fatih Sultân Mehmed, Bosna’yı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dînî serbestiyet getirdi. Fatih Sultân Mehmed’in buradaki Latin papazlarına verdiği  (1478) tarihli ferman suretinde; “Nişanı-ı hümayun şu ki; Ben ki Sultân Mehmed Han’ım. Üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: 
 
Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. 
 
Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratana Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V) hakkı için, Yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki; yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.”
 
Bu ferman suretinde de görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürdüler.
 
XVI. Yüzyıl için Dowey şöyle dedi; “Birçok Hristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkelerine gelip yerleşiyorlardı.”
XV. Yüzyıl için Babinger ise; “Osmanlı padişahının ülkesinde herkes kendi hâlinde ve mutluydu. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı.” dedi. 
 
Bizzat padişah adalete itaat ederdi. III. Sultân Mustafa Han (1757-1774) Beylerbeyi Sarayı’nı genişletmek istedi. Bunun için civardaki bir dul kadının arsasını almak gerekliydi. Kadın arsasını satmak istemeyince, padişah zorla arsayı almayı aklından bile geçirmedi. Fakat sarayın eskiyen bir kısmını yıktırdı ve halka mahsus bir bahçe hâline getirdi.
 
Osmanlı’da bir hizmet karşılığı vazife gören devlet memurları vardı. Yaptıkları iş karşılığında kendilerine bir ödemede bulunulurdu. Bir de şehirlerde oturan esnaf ve tüccarlar, nihayet devletin temelini teşkil eden çoğu üretici köylü vardı.
 
Müslüman olsun, gayri Müsliman olsun bu üretici köylülere “reaya” denirdi. Vergi vermeleri, nüfusun büyük kısmını meydana getirmeleri bakımından köylü, devlet için halkın ve tebaanın esas kesimi sayıldılar. Sultân I. Süleyman Han reayanın, yani köylünün, devletin efendisi olduğunu söyledi. Üretici güç, büyük ölçüde köylülerin elindeydi. Bu güç olmaksızın ordu ve devlet olması mümkün değildi.
 
Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu daha çok tarım, hayvancılık ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı. Müslüman halk, devletin İslâm Dîni esaslarına dayanan umumî kaidelere göre yönetilir, asker alınır, kabiliyetli olanlar ise daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi.
 
Köylerde yaşayan halk topluluğundan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler şehir ve kasabalara gidip kendileri için elverişli olan işlere girerdi. Gayri Müslim halk genellikle Hristiyan ve Yahudi topluluklarından meydana gelirdi ve bu toplulukların hepsine reaya denirdi. Sonradan gayr-i Müslimlere ekalliyet, yani azınlık denilmeye başlandı.
 
Osmanlı Devleti’nde kuruluşundan itibaren devlet idaresinde yürütme ve yargılama gücü ayrı olarak düşünüldü ve tatbik edildi.
 
Eyâlet yöneticileri;
padişahın yürütme yetkisini, kadılar da yargılama yetkisini temsil etmekteydiler. Osmanlı, bu iki kuvvet ayırımını adil bir devlet idaresi için esas kabul etmekteydi.
 
Osmanlı, bütün müesseselerini kendinden önceki İslâm ve Türk devletlerinden aldı ve devrin şartlarına göre geliştirdi. Esasen ilk Osmanlı yöneticilerinin Anadolu Selçukluları, Karaman, Germiyan gibi esas itibariyle İslâm ve Türk sisteminden gelmiş kimseler olduğu, Osmanlı Devleti’nin bu sistemin, meydana getirdiği bir siyasî ve hukukî düzene sahip bulunduğu ortadaydı.
 
Osmanlı Devleti’nin siyasî ve hukukî rejiminin belli başlı unsuru bütün gelişmelere rağmen, İslâm Dîni esasları oldu. Bu esaslara göre, temel; adaletti, İslâmiyet bu bakımdan devletin temelini meydana getirirdi. Padişah dînin koruyucusu, halk onun tebaasıydı. Padişah’a bütün yetkilerin verilmesinin sebebi, onun adaleti gerçekleştirmesi içindi. Osmanlı Medenî Hukuku’nda evlenme ve boşanma işlemlerinde tamamen İslâm Hukuku’na göre Hanefi mezhebi hükmü tatbik edilmekteydi. 
 
Birden fazla ve dört kadınla kadar evlenmek sanıldığı kadar kolay ve yaygın değildi. Miras Hukuku’nda da İslâmî hükümler tatbik edilirdi. Esası Hanefi Hukuku olup, bunu sonradan Cevdet Paşa, Mecelle adı verilen bir eserde topladı. Osmanlı, İlay-i Kelimetullah (Allah’ın Emirleri’nin üstün tutulması, uygulanması) uğruna mücadele edip, fetihlerde bulunup, Nizam-ı Âlem için çalışarak devleti idare etti. 
 
Has Aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR Not:
Pdf dosyası Yazının kaynağında yazar ismi bulunamamıştır...